Palestinians fleeing north Gaza move southward, in the central Gaza Strip
Palestinians fleeing north Gaza move southward as Israeli tanks roll deeper into the enclave, amid the ongoing conflict between Israel and Hamas, in the central Gaza Strip. REUTERS/Ibraheem Abu Mustafa

“Yolda küçük kızını kaybetti ve ardına bakmadan devam etmek zorunda kaldı..”

5 Ekim günü öğleden sonra İsrail savaş uçakları Gazze’nin kuzeyinde, yaşadığım Cebaliye’ye bağlı el-Feluce bölgesini hedef almaya başladı.

İlk başta bunların her zamanki saldırılardan olduğunu ve giderek azalacağını düşündük. Ancak gece çökerken bombardıman büyük ölçüde yoğunlaştı ve umutlarımızı boşa çıkardı. Gökyüzü savaş uçakları ve insansız hava araçlarıyla doluydu.

Gece yarısı evimizin kapısı çaldı. Çatılarına füze isabet ettiği için evlerini terk etmek zorunda kalan kuzenim Karam ve ailesi gelmişti. 

Zor bir geceydi. Her yerde şarapnel ve mermiler uçuştuğu için pencerelerden uzak durmak zorundaydık. Hepimiz bir odada kaldık, birbirimize kenetlendik ve dua ettik.

Ertesi gün, Gazze Şehri’ne doğru tahliye olan çok sayıda insan gördük. Ancak biz kalmaya dair ortak bir karar aldık – ancak Karam’ın ailesi Gazze Şehri’ndeki akrabalarının yanına gitmeye karar verdi. Geri kalanımız için, Karam da dahil, İsrail’in kuzeyi yeniden işgal etmesinin ardından evimizi terk etmek için çok erken görünüyordu. Bunun geçici olacağına, dağılacak kara bir bulut olacağına dair hala umudumuz vardı.

Ancak ertesi gün, 7 Ekim’de, İsrail ordusu evimize sadece 100 metre uzaklıktaki Abu Sharakh kavşağına bariyerler dikti, böylece insanların bölgeden ayrılmasını engelledi. 

Kısa bir süreliğine meraktan dışarı çıktım, yolları kaplayan devasa barikatları gördüm ve quadcopter’lardan gelen çok sayıda silah sesi duydum. Uzaktan, sokak ortasında yatan birkaç ceset görebiliyordum çünkü kimse onlara yaklaşamıyordu, ambulanslar bile..

Kalabalık ve sıkışmış

Evimizde, ailem ve yerinden edilmiş akrabalarımız dahil 25 kişiydik. Hiçbirimiz bu noktada dışarı adım atmaya bile cesaret edemiyorduk.

Yemek yemek için içeride bir ateş yakıp ekmek pişirdik. Her füze saldırısı, her top atışı çocukların çığlık atmasına neden oluyordu. Gerginlik ve endişe evi doldurdu. Ayrılıp ayrılmamamız gerektiği konusunda uzun tartışmalar yaşandı. Ama nereye gidebilirdik? Batıya, Gazze Şehri’ne giden yol tamamen kapalıydı, doğuya giden yolsa çok tehlikeliydi.

Bütün Cebaliye savaş alanına dönmüştü.

9 Ekim gecesi boyunca Apache helikopterleri ve quadcopter’lar çatılara mermi yağdırdı. Bu, evlerin tepesindeki su depolarının çoğunun patlayıp yok olması a neden oldu. Bunlar insanların doldurmak için uzun süre çalışıp yürüdüğü depolardı.

Bütün gece boyunca, silah seslerinin çatılardan akan su sesiyle karıştığını, sokakları ve evleri su bastığını gördük. Sabah olduğunda hiç suyumuzun kalmayacağını biliyorduk, ancak yapabileceğimiz hiçbir şey yoktu.

Kimse uyumuyordu. Oturduk, titreyerek, bir sonraki füzeye kendimizi hazırladık.

Şafak vakti, bölgeyi terk etme tartışması yeniden alevlendi. Bazıları kaçmanın tek şansımız olduğunu savunurken, diğerleri bunun bizi sadece tehlikeye atacağını ve Siyonistlerin bizi zorla evlerimizden çıkarma amacına hizmet edeceğine inanıyordu.

Ancak öğleden sonra saat beşte, mahallemizdeki evlerin çoğunun bir önceki gece hedef alındığını öğrendik. Komşularımızın çoğunun da ayrıldığını görünce, sonunda zor bir kararla oradan ayrılmaya karar verdik.

Kırık kalplerle, bize sığınan teyzelerim ve diğer akrabalarımızla yollarımızı ayırdık. Akrabalara sığınmak için daha küçük gruplara ayrıldık. Artık hepimizi alabilecek kadar büyük bir yer yoktu. 

Biz – yani anne babam, iki küçük kız kardeşim Sama ve Hala, erkek kardeşim Osama ve Kerem – Tel al-Zaatar bölgesine doğru yol aldık, akrabalarımız ise Beit Lahiya’ya doğru yöneldi. Dokuz gece boyunca büyük amcamın evinde kaldık, sürekli bombalamalara dayandık. Saldırıların yoğunluğu ayaklarımızın altındaki zemini titretiyordu 

Çok korkutucuydu.

Kuzenim Gazze Şehri’ndeki ailesiyle yeniden bir araya gelmeyi umuyordu, ancak zaman aleyhine işledi. Gece boyunca kontrol noktaları kurulmuştu ve yol kapalıydı, bu yüzden bizimle kaldı.

Savaşın ilk günlerinden itibaren yanımızda olan ve yolculuğumuzun her aşamasında bize eşlik eden sevgili kedimiz Falfoul da bizimle beraberdi. Falfoul, babamın kalbinde özel bir yere sahipti, belki de geri kalanımızdan bile daha fazla.

18 Ekim sabahı soykırım sırasında olduğu gibi normal bir şekilde geçti. Uyandık, ekmek pişirdik, kahvaltı hazırladık ve birlikte cuma namazı kıldık.

Öğle yemeğinden sonra hepimiz rutin işlerimize koyulduk: Sama ve ben bulaşıkları yıkamak için mutfağa gittik. Falfoul yanımda kaldı. Başını ve boynunu okşadım, o da sanki veda ediyormuşçasına bana sokuldu. 

Saat 2’de her şey aniden karardı. Göremiyordum, duyamıyordum ve konuşamıyordum. Etrafımda sadece yoğun bir karanlık vardı. Kum ve toz görüşümü bulanıklaştırıyordu. Zar zor görebiliyordum. Başka kimseyi duyamadığım için tek kurtulan ben olduğum düşüncesi korkutucuydu.

Yıkım..

Yavaş yavaş sesler geri geldi. Ayaklarımın altında moloz hissettim. Annemin sesini duyana kadar sendeleye sendeleye ilerledim. Usame kelime -i şehadet getirdi : “Eşhedu enlailahe illallah ve eşhedü Enne Muhammeden abduhu ve rasuluh.”

Hepimiz onun bu sözlerini tekrarlıyorduk, ölümün kapımıza dayandığını hissediyorduk.

Yavaşça karanlık dağıldı ve etrafımızdaki yıkımı görmeye başladık. Oturma odasında babamı baygın halde bulduk. Annem en kötüsünden korkarak onu kontrol etti, ancak aniden gözlerini açtı ve bize iyi olduğunu söyledi.

Ama yaralıydı. Sağ bacağı yarılmıştı, aşırı kanıyordu ve kemikleri görünüyordu. Yardım için bağırdık ve komşularımız onu oturma odasından kapıya kadar bir halı üzerinde taşıyıp ambulans beklemeye başladılar.

Osama ve Karam onu dışarı taşıdılar, ikisi de çıplak ayak, molozlara, kırık mobilyalara, camlara ve şarapnellere basarak. Annem şok olmuş ve başörtüsünün olmadığını bile fark etmeden onun peşinden gitti. Kız kardeşlerim ve ben geride kaldık, ne yapacağımızı bilmiyorduk.

Oradan ayrılmamız gerektiğini biliyorduk, bu yüzden kalan eşyalarımızı topladık ve Falfoul’u aramaya devam ettik. Bombalama anından itibaren Falfoul’u aradım ama bulamadım. Çantalarımızı topladık, yaralı babamız için endişelenerek ve kayıp kedisi için yas tutarak yıkılmış evi gözyaşlarıyla terk ettik.

Sadık yoldaşı Falfoul, babam geç kaldığında bile kapıda beklerdi ve sadece onun yanında uyumak isterdi. Hatta eve en sevdiği ikramlarla geldiğinde babamın üzerine atlardı ve başka kimsenin onu yıkamasına izin vermezdi.

Sokağa adım attığımızda, alan hayalet bir kasaba gibi görünüyordu. Büyük kısımlar moloza dönüşmüştü. Her yerde moloz vardı. Şanslı olanlardan olduğumuzu fark ettik. Bölgedeki evlerin çoğu doğrudan vurulmuş gibi görünüyordu. Bizimki hedef alınmamıştı ancak etrafımızdaki konut bloğunu yerle bir eden genel yıkımdan etkilenmişti.

Yaralarımız da etrafımızdaki trajediyle karşılaştırıldığında önemsizdi. Kollarımızda ve ayaklarımızda birkaç küçük kesik vardı. Sokaklarda amaçsızca yürüyorduk, nereye gideceğimizi bilmiyorduk. Yoldan geçenler durup bize bakıyorlardı.

Tekrar yerinden edilmek..

Sonunda teyzemin ve ailesinin de sürgün edildiği Beit Lahiya bölgesindeki evine ulaştık.

Bizi gördüklerinde yüzlerinde şok ifadesi vardı. Hepimiz ağlamaya başladık, açıklayamayacak kadar bunalmıştık. Yüzümü yıkamak için banyoya gittim, kül, toz ve çiziklerden kalan kan izleriyle kaplı olduğunu o ana kadar fark etmemiştim.

Yüzüme su çarparak bu kabustan uyanmayı umuyordum. Ama anne ve babamızın yokluğunda artık en büyük ben olduğum için kız kardeşlerim için kendimi toplamam gerekiyordu.

Saldırıdan iki saat sonra Falfoul’u aramak için bölgeye geri döndük. Babam al-Awda hastanesindeki yatağında onun adını mırıldanıyordu. Her yeri aradık, daha önce görmediğimiz her şeyi alt üst ettik. Falfoul’un cesedini bulamadığımız için hayatta olması gerektiğini düşünerek kendimizi teselli ettik. Muhtemelen saklanıyordu, kaostan korkuyordu.

O akşam annem hastanede babamla kalmasına izin verilmediği için yanımıza geldi. Sabah erkenden geri dönmesini söylediler, oysa babam onun kalmasını istemişti. Çaresizce onu bırakmak zorunda kaldı.

Ama şans yine bizden yana değildi. Annem hastaneden ayrıldıktan hemen sonra, hastane kuşatıldı ve içerideki herkes mahsur kaldı. Babamla birlikte olan kardeşim ve kuzenim orada kuşatılmıştı ve bizi kendi başımıza bıraktılar.

Babamın yarası kritik değildi, ancak ameliyata ve ortopedi uzmanına ihtiyacı vardı. Yine de hastane kuşatma altındayken doktorlar içeri giremedi. İnternet zayıftı ve onlarla iletişimimiz zorlaştı.

Duyduklarımız pek iyi değildi.

Babamın durumu kötüleşmeye başladı: Ateş, yüksek tansiyon ve mide bulantısı oluştu ve yarası ve kemiği enfeksiyon kaptı. Hastanede bulunan tıbbi ekibin tek yapabildiği pansumanı yenilemekti. Malzemeler ve kaynaklar sınırlıydı.

Şimdi Dünya Sağlık Örgütü’nün hastaları Gazze Şehri’ne transfer etmesini umuyoruz, ancak şimdiye kadar hastaneye ulaşmayı başaran olmadı. Gerçekten de babamın ameliyatını yapması gereken doktor Mohammad Obaid, 26 Ekim’de İsrail ordusu tarafından Beyt Lahiya’daki Kamal Adwan hastanesinden gözaltına alındı.

Ve tekrar

23 Ekim’de şafak vakti hala uyanıktık, sanki tam üstümüzdeki çatıya çarpmış gibi duran bombalama ve silah seslerinin bitmek bilmeyen sesleriyle işkence görüyorduk. Sonra, hoparlörlerden, insansız hava araçları herkesi Gazze’nin kuzeyindeki evlerinden çıkıp Gazze’nin kuzey-güney ana caddesi olan Salah al-Din Caddesi’ne gitmeye çağırdı.

Etrafımızdaki insanlar çoktan gidiyordu, ama biz parçalanmıştık. Hastanede hâlâ mahsur kalmış olan babamı, kardeşimi ve kuzenimi nasıl bırakabilirdik?

Ama kalmak canımızı tehlikeye atmak anlamına geliyordu. Gitmekten başka seçeneğimiz yoktu.

Elimizde çantalarla Salah al-Din Caddesi’ne doğru giden insan akınlarına katıldık. Ayrılmadan önce babama telefonla ulaşıp onu rahatlatmayı ve tekrar kavuşacağımızı söyleyebildik.

Babam gitmemiz için bizi cesaretlendirdi, ancak ağlamaya başladığında sesi çatladı. Kendimizi tehlikeye atmamamız konusunda bizi uyardı. Vedalaştık ve yolculuğumuza başladık.

Beit Lahiya’dan şiddetli sıcakta yürüdük, mümkün olduğunca çok şey taşımak için kışlık giysiler giydik, çünkü çok fazla çanta taşıyamıyorduk. Yolculuğun uzun olacağını bildiğimiz için çoğu şeyi geride bırakmak zorundaydık.

Beit Lahiya’daki Endonezya hastanesine yaklaştığımızda, tankların yolu kapattığını gördük, hoparlörleri bize “Sağa doğru hareket edin!” diye emrediyordu. Emirlerini takip ettik, ancak yaklaştığımızda, etrafımızı ondan fazla tankın sardığını gördüm. Genç erkekleri -hatta erkek çocuklarını- kalabalığın arasından alıp ailelerinden ayırmaya başladılar.

Bazı çocuklar kadınların arasına saklanmaya çalıştılar, ancak askerler onları tek tek buldular. Çocuklarının yüzleri dehşet içinde buruşmuşken annelerin “devam et, korkma” diye fısıldadıklarını gördüm.

Yorgunluktan insanlar çantalarını düşürüp eşyalarını yol boyunca saçana kadar yürüdük. Her durmaya çalıştığımızda, askerler motorlarını çalıştırıyor, toz kaldırıyor ve alaycı gülümsemelerle bizi ileri itiyorlardı. Giderek artan umutsuzluğumuza rağmen devam etmekten başka seçeneğimiz yoktu.

Küçük kızını kaybeden bir anne yoluna devam etmek zorunda kaldı

Yolda, tekerlekli sandalyesinden düşen yaşlı bir kadının yanından geçtik, kızları onu kaldıramayıp geride bırakmak zorunda kaldılar. Bir anne, engebeli, kumlu yolda küçük kızını kaybetti ve kederinden geriye dönüp ardına bakmadan yoluna devam etmek zorunda kaldı..

Jabaliya mülteci kampının güneydoğusundaki Zamo kavşağına ulaştığımızda umutlar tükenmişti. Bitkin bir halde, böyle bir aşağılanmaya kıyasla ölümün daha iyi olacağını düşünüyorduk. Annem çantalarını yere attı, yere yığıldı ve “Daha fazla devam edemem. Bırakın da  burada öleyim” diye yalvardı.

Ama birkaç dakika sonra kendini topladı, çantaları aldı ve yürümeye devam etti. Qerem kavşağında sonunda bizi bir akrabamızın evine götüren bozuk bir araba bulduk.

Sonsöz

Babam, Usame ve Kerem hala Cebaliye’deki el-Avda hastanesinde kuşatma altındalar. Babamın yarası tekrar açıldı, durumu kötüleşiyor ve acilen ameliyata ihtiyacı var.

Ayrıca sevgili Falfoul’umuzun hâlâ bombalandığımız evde, babamın yaralandığı noktada oturduğunu ve sanki bizim dönmemizi beklediğini öğrendik.

(Asil Almanssi, Gazze)

Çeviri: Mira Haber 

Bir Cevap Yazın