“Teknolojinin, Hem Birleştirici Hem de İzole Edici Etkileri Var…”

Güney Kaliforniya Üniversitesi öğretim üyesi, İletişim bilimci Prof. Dr. Henry Jenkins, karantina günlerinin insan ilişkileri üzerine etkisini dijitalleşme ve sosyal medya üzerinden inceliyor.

Henry Jenkins’in yaklaşımı, ekran karşısında duyarsızlaşmış insan tipolojisi göz önüne alındığında fazla iyimser bulunabilir ancak yine de üzerinde düşünülmesi gereken şeyler söylediği kanaatindeyiz. Bunların başında artan milliyetçi eğilimler ve yabancı düşmanlığına karşı tedirginliği geliyor. Belirsiz bir süreçten geçerken gelecek için abartılı, pesimist tablolar çizilmesinin sürecin kendisinden daha beter bir şey olduğunu düşünmekteyiz ancak son dönemde yoğun bir şekilde kullanılan platformların kuşatıcılığına teyakkuzla yaklaşılması gerektiğini de belirtmek isteriz. Röportajta, sosyal medyanın izole edici etkisinin şartlara bağlı olarak değişebileceğine dönük yapılan vurgular, salgın öncesi veya sonrası farketmeksizin yeni bir ilişki/anlam düzlemine ihtiyacımız olduğu sonucunu ortaya çıkartmıyor mu? Son süreçte çok fazla kullanılan Zoom platformunun da avantajlar ve dezavantajlar bağlamında ele alındığı röportaj bir takım sorulara vesile olabilmesi ihtimalinden dolayı okunmayı hak ediyor. İstanbul Üniversitesi Kurumsal İletişim Koordinatörlüğü’nden Öğr. Gör. Dr. Elif Kahraman, Araş. Gör. Oğuzhan Şenel ve Öğr. Gör. İbrahim Yıldız tarafından istanbul.edu.tr için gerçekleştirilen röportajı Haksöz-Haber okuyucuları için özetledik.

COVID-19 bizi toplumla fiziksel etkileşimden uzaklaştırırken, dijital sosyalleşme sürecinin (uzaktan eğitim ve evde çalışma, vb.), salgın sonrası günlerde kalıcı olacağını düşünüyor musunuz?

Başından beri bu sorulara Amerikan bakış açısıyla yanıt verdiğimi kabul etmeliyim. Köpeğimle sokaklarda yürürken, Zoom ve televizyon aracılığıyla veya penceremden bakarken neler gördüğümü anlatıyorum. Bunların evrensel gerçekler olduğunu varsaymıyorum; söylediklerimden bazıları Türkiye’de de geçerli olabilir. Ancak daha sonra tartışacağım gibi, COVID-19’un kendisi doğanın bir gücü olsa bile; kültürel farklılıkların virüsü nasıl deneyimlediğimizi şekillendirdiğini de göz önünde bulundurmamız gerekir.

Az bir zaman önce, dijital medya bizi arkadaşlarımız ve komşularımızla doğrudan temastan uzaklaştıran, ‘sosyal olarak tecrit edici’ olarak nitelendiriliyordu. Şimdi ise, daha büyük faktörler tecrit edilmemize yol açtığı için dijital medya bizi hayata bağlayan şey – bu sosyal gruplarla Zoom vs. bağlantımız – haline geldi. Ben, sosyal izolasyonun her zaman daha büyük sosyal, ekonomik, politik faktörlerin bir ürünü olduğunu ve teknolojinin, kullanıldığımız koşullara bağlı olarak hem birleştirici hem de izole edici etkileri olduğunu iddia ediyorum. 2019’a kıyasla, seçenekleri keşfetmeye kapalı gibi görünen okullar, üniversiteler ve işyerleri gibi muhafazakâr kurumları terk etme açısından bu yaşananların ölçeği biraz değiştirdiğini düşünüyorum. Artık eski bahaneler kalmadı ve şunu hayal edebiliyorum; bu temel kararların bazılarını tersine çevirmek zor olacaktır.

Öğrencilerimden biri olan Joan Miller, üniversitenin engelli öğrencilerin önceden beri talep ettiği, “kalacak yerleri” şimdi sağladığını söylüyor. İster süresi uzatılmış zaman çizelgeleri ister dijital dersler veya konferanslar olsun, beklenmedik veya imkânsız olduğu söylenen şeylerin artık başarıldığını söylüyor. Şimdi bahaneler kalmadı.

Ayrıca, bu teknolojilerin karma kullanımı için gerçek faydalar olduğunu düşünüyorum – örneğin, Zoom aracılığıyla dünya çapında katılımcılara konferanslar açmak veya konuk konuşmacıları başka yerlerden derslerinize getirmek, hatta ortak araştırma projeleri için tüm dünyadaki sınıfları birbirine bağlamak gibi. Şu anda, tüm bunları sistematik bir planlama yapmadan, dönem ortasında, deneyerek yapıyoruz. İnsanlar bu olasılıklarla oynuyorlar çünkü bunları daha iyi anladıktan sonra, önlerinde nasıl bir dünya açılacağını görecekler.

Pandemi sonrasında dünya sakinlerini bekleyen kültürel değişim hakkında ne düşünüyorsunuz?

İnsanların bir şeyler yapmak ve bunu internet üzerinden paylaşmak için ellerindeki her türlü kaynağa dokunmalarını krizden çıkan muazzam bir yaratıcılık olarak görüyorum. Profesyonellerin ortalama bir aileden daha fazla ev kaynağına (ve daha fazla eğitime) sahip olduklarını zannetsek de tutabilecekleri her şeyi kullanarak genellikle evden performans gösterdikleri için, bu biraz daha eşit şartlar sağlamaktadır. Can sıkıntısı, bir mecburiyet değil, yaratıcılığın anasıdır.

Bununla birlikte; bazı kültürel değişiklikler de hoş olmayacak. Ben sokaktaki yabancılardan giderek daha fazla korkuyorum, şimdi onlar başka şartlar altında olmayacak bir tarzda tehdit olarak algılanıyorlar. Bu, geleceğin korku filmlerini nasıl şekillendirecek? Ama daha da ciddi olursak, bu birbirimize davranış şeklimizi nasıl etkileyecek? Bundan sonra arkadaşlarımızla daha büyük bir yoldaşlık ve kutlama arzusu ile mi yaşayacağız? Yoksa birbirimizi; bizi ve umursadığımız herkesi enfekte etmeyi ve öldürmeyi bekleyen mikrop torbaları olarak mı göreceğiz?

Beni şaşırtan ve endişelendiren şeylerden biri de; Los Angeles şehir merkezinde yaşarken binamın dışındaki kaldırımda uyuyan -daha önce gördüğümüzden daha fazla sayıda- evsiz insanlar tarafından çevrelenmiş olmam. Bununla birlikte, tüm raporların bu insanların gıda ve tıbbi yardım için çaresiz durumda olduklarını söylemesine rağmen bu insanların çok azı, benden para istemek için yanıma yaklaşıyor.

Düşünmekte olduğum üçüncü alan ise; devlet okulunda çevrimiçi eğitime geçişin, dijital uçurum ve katılım boşluğuyla ilgili gündeme getirdiği önemli ve yeni sorulardır. Amerikalı eğitimciler yıllardır sınıf ve kütüphanenin internete bağlayarak, çocukların araçsız dijital erişime ulaşmalarını çok övdüler. Ancak bu internet bağlantılı sınıflar ve kütüphaneler halka kapalı olduğunda sorun yeniden ortaya çıktı, çünkü; tüm öğrenciler için 7/24 erişimi sağlamak için yöntemler bulamadık. Birçok öğrenci okulu bırakmak zorunda kalırken, diğerleri sınıf arkadaşlarına göre fark edilir derecede zayıf internet bağlantılarını kullanıyor. Dijitale sahip olanlar ve sahip olmayanlar arasındaki boşluk, hiç şimdi olduğu kadar belirgin olmamıştı. Sorun, bu konuda ne yapacağımızdır. Eğer bununla yüzleşirsek, bu bir atılım olabilir. Eğer bunu görmezden gelir ve “işlerin eski yapılış” tarzına geri dönersek; büyük bir sorunu halının altına süpürmüş ve büyük bir sosyal adaletsizlik yapmış olacağız.

“Yeni normal” kavramı hakkında ne düşünüyorsunuz? Pandemi sonrası dünyada günlük hayatımızın farklı olacağını düşünüyor musunuz?

“Yeni normal” ifadesini saçma buluyorum; çünkü deneyimlediğimiz şey, tanım gereği bir aksamadır ve biz fırtınayı atlatana kadar, “yeni normal” in ne olacağı hakkında hiçbir fikrimiz yoktur. İklim değişikliğinin ve bununla ilgili olarak insanların göç yoluyla yeniden yer değiştirmesinin, hayatımızın diğer aksaklıklarına değinmiyorum bile ancak gelecekteki pandemilerin olasılığını artıracağını ileri süren tıbbi ve bilimsel kanıtlar kesinlikle vardır.

Dünyadaki diğer birçok ülkeden farklı olarak, Amerika, bu tür genel bir tıbbi krizle karşılaşmadan, bu yüzyılın büyük bir kısmını geçirmişti. Geçenlerde ikiz kardeşi 20. yüzyılın başlarında gripten ölen, 100 yaşında olan ve hayatını, bir salgının geri döneceğinin korkusuyla geçiren; ve sahiden ilk COVID salgınında vefat eden bir adamla ilgili bir haber okudum. Böylece; kendi oğlumun da tıbbi kriz konusunda aynı güvenlik hissine sahip olup olamayacağından kuşkuluyum. Buna; “Amerikan istisnacılığı” efsanesine, bir darbe daha indi de diyebiliriz.

Bu kriz sırasında hem hükümet hizmetlerinin, özellikle sağlık hizmetlerinin rolü ile ilgili idrakın giderek arttığını hem de Başkanlık kampanya sezonuna geçmemizle birlikte Amerikan siyasi yaşamı üzerinde en azından kısa vadede bir sonuç almaya eğilimli olan daha yetkin ve daha bilinçli bir liderliğe olan ihtiyacı gördük.

Ayrıca, bu krize yanıt olarak gerekli olan ve aynı zamanda genel olarak Amerikan düşüncesindeki bazı temel ideolojik akımlarla çelişen; hareket, kurum ve ticaret özgürlüğüne yönelik benzeri görülmemiş hükümet kısıtlamalarının kabul edildiğini görüyoruz. Siyasi bölünmeler yaratmak ve toplumsal bir hareketin tohumlarını ekmek için bu tarz gerilimlerle oynanan bir Amerikan oyununa tanıklık ediyoruz. Buna, hangi düzeyden bakmak istersek isteyelim, yaşam üzerinde büyük sonuçlar doğuracak olan ekonomik çöküşü ve kitlesel işsizliği de ekleyin. Dolayısıyla bu ne olursa olsun, “normale dönmüyoruz” ama henüz “yeni normal” in nasıl göründüğüne dair gerçek bir ipucumuz olduğunu da düşünmüyorum.

Dijitalleşmenin toplumsal dönüşümdeki rolü hakkında ne düşünüyorsunuz?

Ben teknolojik bir determinist değilim. Hem bireysel hem de kolektif oluşumlara ve özellikle yeni bir ortam hayatımıza girdiğinde meydana gelen sosyal ve kültürel müzakerelere güçlü bir inancım var. Marshall McLuhan, medyanın “üzerinde düşünülmeden önce”, “yayınlandığını” söylemişti ve ben de bu görüşe katılıyorum. Çünkü, hayatımıza yeni bir ortam getirmenin sonuçlarını asla tam olarak tahmin edemeyiz. Yine de McLuhan’ın yeni ortama karşı “hissizleşmiş” olduğumuzu söylemesinin yanlış olduğunu düşünüyorum. Çünkü bu düşünce; bir bütün olarak medya ortamı hakkında bir bilinç kıvılcımı yaratıyor. Medyanın dünyamızı nasıl değiştirdiği, dünyayı farklı görmemiz için nasıl bir yer açtığı ve diğer olasılıklar ve alternatif uygulamalar konusunda düşünmemiz hakkında spekülasyon yapmaya ve düşünmeye yatkınız.

Mesela, ortam ile oynayarak işe başlayabiliriz. Zoom’u ele alalım. İlk başta, teknoloji bize kendisini yabancı hissettiriyor. Bazı yönlerden, bu kadar çok insanı çok az veya hiç gecikme olmadan farklı konumlardan bir araya getirme kapasitesi bize fütüristik geliyor. Bu, kültürümüzün uzun zamandır vaat edilen “görüntülü telefonun” günlük hayatımızın ayrılmaz bir parçası olarak kabul edildiği an olabilir. Ancak önce, bu zor şeyi nasıl çalıştıracağımızı öğrenmemiz gerekir.

Okul ve işyerini evimize getirirken, pratiklerimiz de değişti. Artık kadınlar saç ve makyaj açısından daha az “çaba” harcıyorlar. Herkes daha rahat giyiniyor. Çocuklarımız ve evcil hayvanlarımız rastgele görüntüye giriyor. İnsanlar kişisel alanlarımızın neye benzediğini görüyorlar. Özellikle bu bağlamlarda, normal sosyal mesafeleri daraltan bir kamera ile birbirimizle konuşuyoruz. Böylece birbirimizle etkileşimlerimizde daha samimi, sıradan, gayri resmi oluyoruz. Bazı durumlarda, hiyerarşik yapılar devam eder, ancak diğerlerinde bu yapılar düzleşir ve insanların bu değişimlere nasıl tepki verdiğini görmek ilginçtir.

Daha sonra insanlar, özellikle ev işlerine en az dikkat kesildiğimiz zamanda, başkalarının kendi evlerine ‘dijital olarak’ girmelerine izin verme garipliğine yanıt vermeye başladılar. Sahte arka planlar oluşturmaya, en sevdikleri tabloların veya medya özelliklerinin arka fon oluşturmasıyla performans göstermeye ve kolektif hayal gücümüzden veya sadece olmak istediğimiz fantastik yerlerden oluşan fantastik çevreyi temsil etmeye başladılar. Bu medya bizi değiştiriyor mu, yoksa bizler bir medyaya göre yaşama şeklimizi mi değiştiriyoruz? İkisi de biraz doğru.

Hem Doğu hem de Batı toplumlarının pandemiye karşı verdikleri tepkileri nasıl değerlendiriyorsunuz?

Ben Doğu toplumları uzmanı değilim ve doğrudan yorum yapmamayı tercih ediyorum. Sanırım pandeminin, normalde gizli olan ve belki de iyi olmayan yüzey gerilimlerini göz önüne çıkardığını görmekteyiz. Bu nedenle, Donald Trump’ın bilim ve tıp konusundaki küçümsemesini (dezenfektan yemelerine izin verin!), göçü engelleme arzusunu (dolayısıyla sınırı kapatmak için çeşitli planlar oluşturmasını) ve günlük acılardaki empati eksikliğini (birçok kişi COVID’den hayatını kaybederken yüzünde kederin genel ifadesinin olmadığını) açıkça görüyoruz. Amerikan eyaletlerinin kürtajın, ‘temel hizmet olmadığını’ ilan ettiğini görüyoruz. Oysa başka bir eyaletin valisi, bakım salonlarının ve bowling salonlarının insanların hayatta kalması için ‘gerekli olduğu’ konusunda ısrar ediyor. Bazı Amerikan eyaletleri, kilise hizmetlerini, hastalığı yaymaya yönelik kamu toplantıları olarak görüp yasaklarken, diğerleri kilise hizmetlerini halkın refahı için gerekli bir hizmet olarak sınıflandırarak bunu düşünülemez buluyor. Bazı (pek çok)- hükümet de otoriteyi merkezileştirmek için bu salgını kullanmaktayken Trump, sorunu eyaletlere dağıtmanın yollarını aradı ve bu durum valilerin koruyucu malzemeler, test kitleri ve solunum cihazları için birbirleriyle rekabet etmesiyle sonuçlandı. Daha uluslararası kıyaslamalara geçildiğinde, bazı hükümetler (örneğin Portekiz), temel hayatta kalma ihtiyaçlarının devlet hizmetleri yoluyla karşılandığından emin olmak için geçici olarak sığınanlara ve göçmenlere yönelik vatandaşlık kavramını genişletmiştir. Bence insanlar gelecek yıllarda; bu politikalardaki kültürel farklılıkları inceleyecekler.

COVID-19 salgınında sosyal medyanın dezenformasyon ve sahte haberler konusundaki rolü hakkında ne düşünüyorsunuz?

Birçok yanlış bilgi çevrimiçi dolaşıyor ve (Howard Rheigold’un da önerdiği gibi) kolektif “saçmalık detektörlerimizi” güçlendirmek için daha fazlasını yapmamız gerekiyor. Ancak bu, son birkaç on yılda bilim, uzmanlık, hakikat, eğitim ve haber medyasına olan inancını yitirmiş bir toplumun yan ürünü ya da sömürüsü olabilir. Belki de sadece, toplumun az önce bahsettiğim alanlara inancını kaybettiğini söylemeliyiz, nokta. Bazı aile üyelerimle konuşurken, anlaşmazlıkları temel alacağımız ve çözebileceğimiz, paylaşılan bir bilgi kümesi ve güvenilir bir bilgi kaynağı yok. Sosyal medya – ve özellikle filtre balonları – bu sorunu önemli ölçüde artırdı. Ancak sosyal medya olmasaydı, hâlâ büyük bir epistemolojik krizle uğraşacaktık. New York Times, Trump’ın insanların dezenfektanları yutmaları yönündeki önerisine “bazı yetkililerin”, bunun insan sağlığı için tehlikeli olacağına inandığını belirterek yer verdi.

Dünyadaki hükümetlerin, vatandaşlarının salgın durumunu takip etmesi için yazılım kullanma eylemleri hakkında ne düşünüyorsunuz? Teknoloji ve pandeminin küresel ölçekte demokrasi anlayışında değişim yaratacağı olasılığını düşünüyor musunuz?

Gerekli olabilir, Tanrı bize yardım etsin, ama gerçekten bu beni endişelendiriyor. Çünkü bu durum, hükümet gözetiminin daha da genişlediğini ve gizlilik kaybını temsil ediyor. Bu da mecburen kendimiz hakkında hissettiklerimiz ve sivil eylem kapasitelerimizi etkiliyor. Kişisel özgürlük genellikle bir savaşın “ilk zayiatıdır”. Şu ana kadar birçok hükümet COVID’i savaş zihniyeti ile karşıladığı için; düşmanımızla, bireylerin kamu yararı için fedakârlık ettiği, elimizde olan her araçla mücadele ederek savaşma arzusuna şaşırmamalıyız. Bunu anlıyorum, fakat, hükümetlerin gücü ve otoriteyi ele geçirdiklerinde, bunları bize geri verip vermeyeceklerinden de endişeleniyorum.

Salgın sonrası dünyada küreselleşme anlayışının nasıl bir şekil alacağını düşünüyorsunuz?

Yine; sınırları kapatırken (ve gezginleri, uluslararası öğrencileri ve mültecileri hastalık taşıyıcıları olarak görürken); şu anda dünyadaki hükümetleri şekillendiren bir milliyetçi dürtüyü yoğunlaştıracağımızdan endişeliyim. ABD’de her iki başkan adayının da diğerini Çin’e “çok yakın” olmakla suçladığını görüyoruz. Ülke genelinde Asyalı Amerikalıların saldırgan söylem ve açık taciz hikayelerini duyuyorum. Bazı Çin lokantalarının kapandığını duyuyoruz, çünkü insanlar bu lokantaların COVID’i yaydıklarından şüpheleniyorlar. Bir ABD Senatörü uluslararası öğrencilerin Amerikan üniversitelerine akışını önemli ölçüde azaltmamız gerektiğini (birçok okulun açık kalmak ve harçlarını düşük tutmak için bu uluslararası öğrencilerin gelirine bağlı olduğu gerçeğini göz ardı ederek) belirttiği bir ‘ulusal’ televizyondaydı. Öte taraftan, Trump sınırları kapatırken sınırlarımızı yeniden açmak zor olacak.

Pandemi sürecindeki siyasi gelişmeler karşısında AB, NATO ve DSÖ gibi devletler arası yapıların geleceğini nasıl görüyorsunuz?

Bu alanda uzmanlığım yok ve kendimi bir aptal yerine koymamayı tercih ederim.

COVID-19 salgınının dijital, sosyal ve kültürel sonuçları sizi şaşırttı mı? Bu tür bir risk öngördünüz mü? Düşüncelerinizi ve duygularınızı bize ifade eder misiniz?

“Şu Ana Dek Hoşunuza Gitti mi?” isimli podcastimde, bilim kurgu yazarlarının ve medya yapımcılarının çevresel değişim, nükleer savaş veya salgın hastalıklar yoluyla küresel yıkım hakkında inşa ettikleri distopik hikayelerle ilgili birkaç bölüm yayınlandı. Bu, şu anda yaşadığımız şey için bizi en iyi şekilde hazırladığını düşündüğüm tür. Clifford Simak’ın 1952’de yayınlanan City isimli kitabını hatırlıyorum. Simak, bu kitabında insanların telekomünikasyon konusuna çok alışık olduklarını, bu nedenle agorafobi geliştirdiklerini, evlerini terk etmekten ve birbirleriyle etkileşime girmekten korktuklarını hayal ediyor. Ayrıca kemirgenlerin, köpeklerin, karıncaların ve diğer hayvanların, insanlar tarafından ele geçirilen alanları geri kazanarak, yavaş yavaş kendi zekalarını geliştirerek gezegenin mirasçıları haline geldiğini hayal ediyor. Los Angeles şehir merkezindeki ıssız sokaklara baktığımda; az sayıda insanın dışarı çıkması, hepsinin tıbbi maskeler takmasıyla, tarif ettiği dünyaya birkaç adım ötede olduğumuzu hissediyorum. Öte taraftan, YouTube’da, doğanın hızla şehirlerimizi ele geçirdiğine dair birçok video kanıtı bulabilirsiniz. Bu, bilim kurgunun şu anda gördüklerimizi nasıl önceden öngördüğüne dair sadece bir örnektir. Bir bilim kurgu hayranı olarak bunun gerçekten olacağını hayal ettim mi? Kesinlikle hayatım boyunca değil. Ayrıca; eğer bu sert yumruk bizi uyandırmaz ve gezegenimizle ve birbirimizle olan ilişkimizin birçok temel yönünü değiştirmemizi sağlamazsa, o zaman ümitsiz vakayız demektir.

Röportajın tamamına linkten ulaşabilirsiniz

 

İlginizi Çekebilir

Yasa dışı Yahudi işgalciler bedevi topluluğa saldırdı

Yahudi işgalciler, Batı Şeria’da iki Filistinli bedevi topluluğa saldırırken Filistin Dışişleri Bakanlığı, saldırıları “ABD’nin Filistinlilere …

biden-kongreyi-es-gea-erek-a-srail-in-imdada-na-yetiati-01

Arap Amerikalılardan Biden’a Gazze tokadı!

ABD’de Arap toplumun önderleri, Biden’ın kampanya direktörü ile Dearborn’da cuma günü yapılması planlanan toplantıyı iptal …